Bu gecede sonu başından belli bir film ile birlikteyiz. “Die Fremde – Yabancı” (ülkemizde Ayrılık ismi ile vizyona çıkmış, die Fremde gurbet anlamına da geliyor ama ben Yabancı anlamını yakıştırdım) başrolleri Sibel Kekilli, Derya Alabora, Settar Tanrıöğen tarafından paylaşılan 2010 yapımı bir Avrupa filmi, ayrıca Sibel Kekilli’nin Almanya’ da en iyi kadın oyuncu ödülünü aldığı filmdir. Peki neden böyle eski bir filmi ele alıyorum derseniz, son zamanlarda basında çokça kendisine yer bulan bir konuyu aile içi şiddeti ele alıyordu ve bunu yabancı gözüyle yapıyordu, biraz da meraktan izledim ama dediğim gibi filmin girişi sonunu bitişini anlatmıştı ama yine de izledim.
Konuyu kısaca özetlemek gerekir ise, Almanya’ da doğmuş bir genç kız (S. Kekilli) evlenip Türkiye’ye gitmiştir, burada eşi ve çocuğu ile birlikte mutsuz bir hayat sürmektedir, herhangi bir insanın herhangi bir zamanda yaşayabileceği bir tıkanma sonrasındaki açılma ile çocuğunu aldığı gibi Almanya’ya ailesinin yanına kaçar ve konunun asıl kısmı burada başlar, yabancılık. İnsanın kendi anne ve babasının bile kendisine ne kadar yabancılaşabildiğini anlatıyor film aslında, her ne kadar film ile ilgili okuduğum yorumlarda herkes giydirmiş olsa da kimi kandırıyoruz ki? Hayatımız “el alem ne der?” üzerine kurulu değil mi? Bu filmde bunun en iyi örneği değil mi? Ha siz aristokratlar belki böyle yaşamıyorsunuz bilmiyorum, Avrupa’daki Türkleri ne kadar tanıyorsunuz onu daama emin olun çok farklı değiller.
Çocuğun sahiplenilmesi etrafına kurulmaya çalışılan bir karı-koca savaşı ile kendi çocuğuna destek vermektense dışlamayı tercih eden bir aileyi birleştirerek biraz uç noktada bir örnek oluşturulmuş belki, bu anlamda konuyu elden geldiğince zorlamış senarist. Hatta bana göre filmin sonunda yaşananlar Umay’ın eşinden ayrılması, çocuğu alıp kaçması, ailesine direnmesi, kendi ayakları üzerinde durması DEĞİL, sebep gidipte elin kabuklusu ile sevgili olması. Dedim ya senaryo çok fazla negatifi birleştirip ortaya olabildiğince kötü bir Alamancı Türk Ailesi örneği çıkartmak için çabalamış ve bunu başarmışta.
Avusturyalı yönetmen Feo Aladağ‘ ın neden ilk filminde böyle bir zorlamaya girdiğine anlam veremedim, acaba Türkleri çok iyi tanıdığını mı sanıyordu, ya da eşinin bu işe etkisi ne kadar oldu kestiremiyorum ama film çok fazla donuktu, hayatımda izlediğim en yavaş, en sıkıcı ve gerçekten en kopuk filmdi benim için, diyalogsuz sahneler hiçbir anlam katmıyordu, bir de filmin ara yerine katılmış bir mevlüt seramonisi ile babanın gidip Türkiye’ de hoca tipli bir adam ile sessizliği vardı ki, aman Allahım 🙂 ne demek istedin, ne anlatmaya çalıştın be kadın? Kim öldü mevlit okundu diye düşünürken bir bakıyorsunuz baba hayatta, gitmiş garip bir adamla oturuyor, sonra anlıyoruz ki herif icazet almaya gitmiş, katli vaciptir diye, oha.
Filme dair eleştirilen bir diğer nokta işin içinde Sibel Kekilli’nin olması herhalde. Kekilli konusunda sinema severler 3’e ayrılıyor, iyi diyenler, vasat diyenler ve kötü diyenler. Komik olan bana göre iyi ve kötücüler aynı noktadan yola çıkıyor, filmografisinden 🙂 İşte burada da benim giydirdiğim yer ortaya çıkıyor, kimse Lucy Liu eski porno oyuncusu diye eleştirmiyor, vay beee diye izliyor ama mevzu Türk asıllı bir bayan olunca, “hımmm o mu? amannn boşver” 🙂 Ben geldiği yere bakarak bugün ortaya koyduğu oyunculuğu beğeniyorum, aldığı ödüllere de hiç “Türkleri karalama komplosu” diye bakmıyorum, biz kendimizi yeterince karalıyoruz, biraz gazete okuyun.
Sonuç olarak bana göre kötü bir film hakkında neden bu kadar uzun yazdım onu söyleyeyim, film beni üzdü. Evet, zorlama bir senaryo, kötü bir yönetmen, Allahtan oyunculuk bu filme 10 gömlek büyük ama o son sahne beni üzdü, öyle olmamalıydı ya. Evet bu işlerin acılarını hep çocuklar çekiyor ama öyle bitmemeliydi 🙁